İçimiz buruk, gönlümüz kırık. Ne 23 Nisan çocuk bayramını ağız tadıyla kutlayabildik, ne de mübarek Ramazan-ı Şeri’i gönül rahatlığı ile karşılaya-bildik. Canımız sağ olsun diyerek teselli buluyor, gelecek yıllarda daha görkemli kutlamayı amaçlıyoruz. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100.cü kuruluş yılını ve Ramazan ayınız kutluyorum. Penceremden olanları izlemeye devam ediyorum. Haliyle de yazılarımızı kısıtlı imkanlar ölçüsünde ve de tüm dünyanın maruz kaldığı bu korona virüsü mereti gölgesinde yazmayı sürdürüyorum.
Sağolsunlar televizyonlar 20-65 yaş gönüllü mahkumlarına iyi hizmet veriyorlar!!! Nerede içi geçmiş program varsa dayadılar gözümüze. Vallahi ne yalan söyleyeyim artık bıktım ve izlemez oldum. Haber saati gelince de kendime uygun bulduğum birkaç kanaldan haberleri izliyorum. İçim baydı, biraz müzik deyip TRT müziği açıyorum.. O da ne? dakika başı reklam. Vay anasına demeden de edemiyorum..
Hani tüfek icat oldu mertlik bozulmuştu ya.. O günden bu yana elle tutulacak bir şey kalmamış, ne mertlik var, ne cömertlik. Napolyon doğru demiş, şimdi inandım: Para.. para.. para...
Sokağa çıkma yasakları, tartışılabilir ama, önemli ve de zorunlu olduğuna inandığım bir uygulama. Daha da ileri gidip keşke ilk zamanlarda 14 günlük bir yasak uygulayıp bu salgının bir an önce durdurulması için karar alabilseydik demekten de kendimi alamıyorum. Belki ekonomik zorluklar, kısıtlı imkanlar, üretim, işsizlik sorunları bir anda tavan yapardı ama ileriki dönemlerde biz bunları fazlasıyla telafi edecek gücü ve olanağı bulurduk diyorum. Yine de aralıklarla da olsa bu yasağın uygulanması daha fazla can kaybının önlenmesi adına iyi oldu diyebilirim.
Sokağa çıkma yasakları uygulandığı sürece pencereden görülenler insanı üzüyor. Bazı insanlar kendilerini uyanık, akıllı veya cesaretli görüyorlar galiba. Bana bir şey olmaz ya da güvenlik güçlerini atlatırım mı diyorlar. Hadi onları atlattınız ya da bir şekilde kurtuldunuz, peki bu virüs belasını ne yapacaksınız. Akciğerlerinize kadar sokulmuş bir hortumla tavandaki koyunları mı saymak hoşunuza gidecek. Ya da doktorlara, hemşirelere melül melül bakıp medet mi diyeceksiniz. Biraz akıllı olun gerçekten. Kurallara uyun ve yaşamınızı tehlikeye atmayın.
Bir hikaye şöyle; “Mahkumu tek ranzalı bir odaya koyarlar. Altlı üstlü. yatak vardır. Selamlaşılır, tanışılır. Oda karanlıktır. Güneş ne zaman doğar ne zaman akşam olur artık bilemezler.. Üstte yatan mahkum. Güya her sabah oluşunda demir parmaklı penceresinden bakarak dışarıdaki yaşamı alttaki mahkuma nakletmektedir. Ağaçlar, binalar, ara sıra gelip geçenler.. Her geçişinde, o güzel kız kendine aşık etmiştir mahkumu.. Yukarıdaki, her şeyi o kadar güzel ve o kadar gerçekçi anlatır ki.. Alttaki “bir gün ben de şu üstteki yatağa geçebilsem diye iç geçirmektedir. Ve beklenen olmuştur. Üstteki mahkum yaşamını yitirir. Alıp götürürler. O kadar üzülür ki, ağlamak üzeredir. Ama bir yandan da içten içe sevinir. Yalnız kalan alttaki hemen üst ranzaya geçer. O da ne???... Ne pencere var, ne demir parmaklık.. Boydan boya duvar… Tüm hayalleri bir anda yok oluverir. Zira üstteki mahkum görme özürlüdür. Anlattıkları hayal ürünüdür.”
Bu hikayeyi aklıma getirdikçe şükrediyorum ki biz 65'lik mahkumların hiç olmaya bir penceresi ve de bir balkonu var. Ve gelip geçenleri izleyebiliyoruz..
On beşlilere yakıştırılan bir türkü vardı.. “Hey on beşli on beşli” diye şimdilerde bize de türkü yakarlar mı diye aklımdan geçiverdi. Cavırın Koronosına yakmışlar da hani.. “Yaş geldi altmış beşe, Ne zevk kaldı ne neşe, Hasret kaldık güneşe.. Bu korona yüzünden.. Yan gelip yatıyoruz, tozu dumana katıyoruz, biraz daha sürerse, vallahi batıyoruz!..”
Annem hep söylerdi “ekmek hıdırın su bedirin yin yin kudurun.” Pencerenin ötesinde yaptığımız bunlar. Hareket yapın diyorlar da, eski günlerimizi anımsayıp birkaç hareket yapıyoruz, ardından oramız, buramız ağrıdan acıdan sızlıyor. Yürüyüş yapalım desekte, git on adım, gel on adım.. Gün boyunca ne kadar dönsek değirmen çevirmez. Birileri facebookta yazmış da pek hoşuma gitti. “Biz 65'likleri içeride unuttular galiba ” diye. Gerçekten unutulduk, neredeyse bir ayı geçtik... Azıcık gevşetiverin.. Biz okumuş-yazmış insanlarız. Kurallara uyar, sosyal mesafeyi korur ve izolasyona dikkat ederiz. Maskemizi takar, eldivenleri de giyeriz.. Hatta yolda belde gördüğümüz tanıdıklarımızla tokalaşmaz ve öpüşmeyiz.. Şöyle bir tur atıverelim izninizle..
Bu kadar hengame arasında kaş ile göz arasında infaz yasası da çıkıverdi. Uzun zamandır beklediğimiz 3600 gün hikayesi rafta dururken, sözler verilmişken. Birden infaz yasası yasalaştı ve neredeyse 90 bine yakın mahkum evlerine ulaştılar. Onları sorgulamak yerine, basın suçlularının neden bu yasadan faydalanmadıklarına takıldı kafam. Birilerine verilmiş sözler mi vardı acaba?.. Elbette hiç kimsenin suçsuz yere yatmasına gönlüm razı olmaz. Ama işlenen suçlardaki acı hikayeleri de dikkate almadan edemiyorum. Gerçekten suçlu olanlar da bir şekilde cezalarını çekmeliler.
Penceremden ekonomi nasıl diye bakıyorum. Pek anlamıyorum ama pekte HOŞ görünmüyor. İşsizler ordusu almış başını gidiyor. Çarşı-pazar el yakıyor. Biber 18, muz 16 olmuş… Limon bahçede kalmış ama 15'ten su içiyor, Sarımsak şampiyon, enterasan. Devlet küçük küçük meblağlar ile halkı bir nebze olsun rahatlatmak istiyor. Hatta emeklilere yapılan erken ödeme biraz olsun nefes aldırdı diyebilirim. Ama bankalar bir keşmekeş içinde. Hemen hemen hepsinin gözünü para bürümüş ve keyfi tercihler yapılıyor gibime geliyor. Devlet bankaları da, özel bankalar da birbirinden farklı değil kanımca. Aslında yok birbirimizden farkımız diyorlar.
Evet TBMM’nin 100.cü kuruluş yılını ve Çocuk Bayramını da kutladık. Şimdi Ramazanı ulusça yaşayalım. Ha şu iftar çadırları da kurulmayacak ya. Ona seviniyorum.. Yardımlar evlere gitsin ve ihtiyacı olanlara ulaşsın inşallah. Yardımlaşma, dayanışma kutsaldır. Engellemeyelim.
Yaşam gönlünüzce olsun. Koronasız günlere hep birlikte ulaşmak dileğiyle...