Saçlara dolunca aklar
Birden bin pişmanlık başlar
Sanki felek tokatını
Bizim gibilere saklar.
Boşvere boşvere ne hale geldik
Her yüze güleni biz dost bildik
Geçti yıllar bir su gibi
Neredeydik nerelere geldik…
Nil Burak’ın söylediği, benim de çok sevdiğim bir şarkısından alınmış bölümdür yukarıdaki parça. İnsanların şu andaki durumunu ne güzel anlatıyor değil mi? “Boşver” dediğimiz “zaman ve sağlık” kavramları, daha biz hayattayken intikamını en acı şekilde zamanı geldiğinde bizden almıyor mu? Kabahati başka yerde değil, boşvermişliğimizde, vurdumduymazlığımızda, bana bir şey olmaz demelerde, salla gitsin, kafaya takma demelerde; başımıza ne geliyorsa bu kibir ve küstahlıktan gelmiyor mu? İnsanların en değerli hazinesi olan yaşama hakkını “Boşver yahu bana bir şey olmaz” mantığıyla hiçe sayması normal bir davranış m?. Elini bıçak kesen bir kişinin hemen hastaneye koşup acilde yarasını sardırması yerine yaranın üzerine toz veya sigara külü ekmesi doğru mu?
Pandeminin şiddetli olduğu dönemlerde bir akrabamıza maske takmasını, kalabalık yerlerde bulunmamasını, yemesine içmesine ve hijyenik kurallara uymasını birkaç defa hatırlatmıştım. O da bana, “Boşver yahu bana bir şey olmaz, hem ben pandemiye inanmıyorum” demişti. Birkaç gün sonra duydum ki acilen Uşak’a hastaneye yatırmışlar. Hastaneden çıktıktan sonra geçmiş olsun ziyaretine gittiğimde bana; “Senin tavsiyelerini hafife aldım. Ömrümün yarısı yok oldu, ben böyle bir hastalık görmedim” diye dert yandı.
Vatandaşın biri Sibirya’dan gelen kuru soğukta göğsünü açarak; “es yiğidin bağrına es” dermiş. Güya; soğuya karşı meydan okuyormuş. Günün birinde kuru öksürüğe tutulmuş, beli bükülmüş meydan okuyamaz hale gelmiş. Aylarca, yıllarca doktor doktor gezerek çare aramış. Son gittiği doktor demiş ki; “Senin ciğerlerin büzülmüş, keçe haline gelmiş. Sen git o meydan okuduğun tepeye çık Sibirya’dan gelen o kuru soğuğa bir daha meydan oku, şifanı hemen bulursun” demiş.
Ülkenin birinde; kralın da yaşadığı bölgede bilge bir kişi de yaşarmış. İnsanlar; dertlerini ona danışırlarmış. Bunu duyan kral, bilge kişiyi huzuruna çağırtır ve ona sorar, “Dünyanın en büyük nimeti nedir”. Bilge kişi şöyle cevap verir, “Yemek içmek ve hacet (tuvalet) def etmektir” der. Bilge kişinin tuvaletten falan söz etmesi kralı kızdırır ve bilge kişiyi kovar. Bilge adam giderken, krala; “hacetini def edeme” diye beddua eder. Günler sonra kralın karnı şişmeye başlar, tuvaletini yapamaz. Dört bir yana çare bulmak için haber salar ama bir sonuç alamaz. Aklına o kovduğu bilge kişi gelir. Sarayına çağırtarak “benim derdime çare bulur musun” diye sorar. O da; “Bulurum ama bir şartım var” der. Kral; “söyle bakalım neymiş o şartın” der. Bilge adam da “Saltanatını bana vereceksin” Kral, ıkınır, sıkınır, çektiği acılar aklına gelince mecburen teklifi kabul eder. Kral, rahatsızlığından kurtulur ama saltanatının elinden gitmesini bir türlü içine sindiremez. Çok mutsuz olur. Kralın bu haline acıyan bilge kişi, “Demek ki der,saltanat bir tuvaleti def etmekten daha basitmiş, al saltanatın senin olsun” der. Böyle ucuz saltanat bize göre değilmiş diye düşünür.
Biz biz olalım, hayatımızı ciddiye alalım. Hiçbir şeye boş vermeyelim, bana bir şey olmaz demeyelim. Ucuz kahramanlıklar yapmayalım. Hiçbir şeyi, hiçbir kimse yi basit,değersiz görmeyelim. Kendimiz edip kendimiz bulmayalım.
Necati ERTUĞRUL