Günler su gibi akıp gidiyor. Daha dün şöyle yapmıştık derken ardınıza bir bakmışsınız, haftalar, aylar, yıllar geçivermiş. Geçmişe özlem duymamak elde değil. Taaa çocukluk yıllarından başlayıp, şöyle film şeridi gibi zamanı akıttığınızda aklınızdan neler geçecek bir gözden geçirin. Kara önlüğümü giyip kockocaman cebine de kırık leblebiyi doldurduğum günlerden bu güne gelince elimde ekşi mayalı dilimlenmiş ekmeği taşıdığım günlere ne çabuk geliverdiğimi inanın anlayamadım. Dönmek mümkün mü.. İmkansız ama unutmamak gerektiğinin de farkındayım.
Bu sabah kalkınca geçmişi anımsamak düştü aklıma. Yaşadıklarımı, arkadaşlarımı, eşimi dostumu şöyle bir yadettim. İmkansızlıklar içinde yaşadığımız o devirlerin, o günlerin, bu günlerden daha değerli olduğunun farkına vardım. Fırıncı Enver’in, Kiraz Mehmet’in fırınından aldığım sıcak ekmekleri, eve gidince annemden “yine yanık ekmek almışsın!” diye attığı fırçalar geldi aklıma.
Elimde 1,5 litrelik şişeyle Çardaklı Mehmet’ten haşhaş yağı almaya gittiğim, Lokoğlu Ahmet’ten 50 gram çay aldığım ve de şıplangı şekeri ile içtiğim çaylar geldi belleğime. Her Cuma Topal Arif’in (afedersiniz) merkebiyle mahallemizde yiyecek toplarken ailemizden aldığımız tehditler geldi aklıma “bir daha yaramazlık yaparsan Topal Arif’e veririm” dedikleri çınladı kulaklarımda. Deli Vasfi’nin sırtında kalın askeri paltosu ve cebinde taşıdığı ispirto şişesini anımsadım.
Sonra Simitçi Ali Amca’nın elinde kocaman tenekeden yapılmış anons aleti geldi aklıma. “Bu akşam” diye başlayıp sanatçıların ismini saydığı yankılandı kulaklarımda. Allı-ballı satardı amca. O günlerde harçlığımız olmadığından 12 şerli çubuklar keser, bağ yapar ona verirdik o da bize allı-ballı verirdi. Marşal yolu yapılırken devasa araçlarla tanıştık. Aylarca meşhur Maraşal yolunu yapmak için hafriyat yaptılar. Geneli Karadenizli olan yol işçilerinden “LAZ” ca şiveler öğrendik. Güleç yüzleri, tatlı dilleriyle “ha sen çimin oglisin” ya da “nereyisin daa!” dediklerini anımsadım.
Sabahın er saatlerinde elinde bir süpürge dükkanların önlerini süpüren çevreyi yaşam alanı için tanzim eden Reis Ali geldi aklıma. Sessiz, sakin, yavaş adımlarla bıkmadan usanmadan işini yapardı. Karşılık beklemeden. Ama insanlarımızda ona küçük yardımlarda bulunur, emeğini karşılıksız bırakmazlardı.
Küçük bir ilçe olmamız nedeniyle herkes birbirini tanır, ismiyle hitap eder, yaramazlıklar anında cezalandırılır, hizmetler ödüllendirilir idi. Küçük bir hizmet için görev aldığımızda “ben yapmayacağım” demek asla olmazdı. Mahalle araları adeta oyun alanlarıydı. Kız erkek demeden oyunlar oynanırdı. Hele akşama doğru tüm mahalleli ortada buluşur, akşam karanlığına kadar süren eğlenceler yapılırdı. Dokuz kiremit, yakan top, istop, voleybol maçları, akşam yemeği için kurulan sofralar saatlerce bekler, annelerimiz bağıra çığıra biz eve davet eder, oyunun en tatlı safhalarını bırakmak istemezdik.
Bizim evlerimizin önü kocaman tarlaydı. Genelde boş olur ve bazı bayramlarda oraya salıncaklar ve oyun araçları monte edilerek çocuklara oyun oynama imkanı tanınırdı. Bu tarlanın ortasında iki tane büyük palamut ağacı vardı. Kardeşim 5-6 yaşlarındayken iki arkadaş burunlarına pelit tıkayıp oyun oynuyorlarmış. Derken küçük pelitler burun deliklerinden geriye kaçmış, burunları tıkanmış. Bir feryat bir figan koşun, yetişin derken mahalleli toplandı. Durum fark edildi ve çözümler arandı. “Hık de bakayım, şöyle yapın, böyle yapın” derken çözüm bulunamadı ve doktora ulaşıldı. Hiç unutmuyorum.. doktor Türesin ÇEHRELİ bana, “evladım hadi bana kuşun kalem getir” dedi koşarak bir çırpıda kalemi getirdim. Ceketinin yakasından bir toplu iğne çıkarıp kalemin arkasına çaktı. Sonra iğneyi buruna sokup pelitleri şıp diye çıkartıverdi. O an meraklı bakışlar sevinç çığlıklarıyla buluştu. “Vay beee!” dedim.. Eğitim böyle bir şey demek ki. Anında ve en basit çözümler üretmek..
Okul dönemimiz çok neşeli ve dolu dolu geçerdi. Şehitler ilkokulunda eğitim gördüğümüz günlerde büyük bir sel ile karşılaşmıştık. Yolları kaplayan sel sularında tomrukların hızla yol aldıklarına şahit olmuştum. Sonra 31 Ağustos okuluna geldik. Tabi bazı arkadaşlarımızdan ayrılmak zorunda kalmıştık. Bir çoğu ile dostluğumuz uzun yıllar sürdü ve hala devam ediyor.
Banaz şirin ve güzeldi. Sonbahara doğru evimizin önünden pancar arabaları geçerdi. Pek fazla alternatif oyuncağımız olmadığından geçen arabalardan ya düşen pancarları alır ya da sahibi görmeden birkaç pancar araklayıp araba yapardık. Ben çok güzel yapamasam da gerçekten harika modeller çıkaran arkadaşlarım vardı. Onlar yaparken hayran hayran izlerdim.
İlkokulda bize süt dağıtırlardı. Tadı pek hoşumuza gitmese de, öğretmenlerimizin zorlaması ve de o günlerde başkaca bir içecek olmadığından zoraki içerdik. Bize dağıtılan bardaklarda “domuz” resmi vardı. Kimileri bunun domuz sütü olduğunu söyler içmezlerdi. Yıllar sonra biz de öğrencilerimize bu süt tozlarını içilecek hale getirip içirdik. ABD’nin MARSHAL planı çerçevesinde dağıtılan, süt tozu ve yağları yıllar yılı yedik, yedirdik.
Daha bir yığın anlatacaklarım var. Ama bu haftalık yetiversin. Gerisini daha sonra paylaşırım. Güzellikler hiç bitmesin.