Yazıma yıllar önce anlatılmış bir yaşam hikayesi ile başlayayım. Anadolu’nun küçük bir kentinde kendi halinde yaşam mücadelesi veren bir aile varmış. Bu ailenin iki kızı büyümüş, serpilmiş ve evlenme çağına gelmişler. Nasip bu diyelim, kızının biri kiremitçiye diğeri de çiftçiye gelin gitmişler.
Ara sıra haberleşseler de anne meraklı oldu-ğundan babaya; “hele git şu çocuklarımıza bak gel” dermiş. Baba yola çıkmış, önce çiftçiye uğramış. Hoş beşten sonra hallerini vakitlerini sormuş. Damat da; “baba, yağışlar istediğimiz gibi giderse ürünümüz bol olacak ve çok şükür sıkıntı çekmeyeceğiz. Ama yağış olmazsa vay halimize!”... Baba; “hayırlısı olsun” deyip oradan ayrılmış. Yine yola koyulup bu kez de kiremit imalatçısı damadın evine gelmiş.
Sarmaş dolaştan sonra sohbete koyulmuşlar. Baba; “nasılsınız, haliniz vaktiniz iyi mi? diye sormuş. Kiremitçi damat da; “Baba; çok şükür bir hayli üretim yaptık. Havalar yağışsız gider de kiremitlerimiz kurursa değme keyfimize. Paraya para demeyeceğiz ve rahat güzel bir yaşamımız olacak ama yağış olursa işimiz zor”...
Babayı almış bir düşünce...
Ve eve dönmüş. Düşünceli, kaygılı. Hanım sormuş; “Hayrola bey pek neşeli gelmedin. Bir şey mi oldu. Anlatsana!”.. Adam durmuş düşünmüş; “Hanım, bizim evlatlardan birisi zorluk çekecek ama hangisi bilemiyorum”. Kadın; “nasıl yani!” demiş.. “Havalar yağışlı giderse çiftçi, kurak giderse kiremitçi kazanacak. Yani birinden biri hapı yutacak” demiş.
Bu küçük hikaye sonrasından aklım mevsimlere takıldı.. Son yıllarda mevsimler adeta birbirine girdi. Haziran’da kar yağarken, kış ortasında haziran sıcaklarını yaşar olduk.. Dünyanın şakülü mü kaydı ne oldu anlayamıyoruz.. Hani öğretmenlik yıllarımı anımsıyorum. Sınıf duvarlarımıza mevsim şeritlerini asar öğrencilere dört mevsimi sindire sindire anlatırdık. İlk baharın güzelliklerini, yazın harika manzaralarını, sonbaharın sarı yapraklarını ve kışın beyaz gelinliğini tablo üzerinde gösterip anlatırdık. Şimdi ise bunları anlatmak için ordinaryüs olmak gerek. Zira ne yaz belli ne kış belli. Kışın yazlık meyveler sebzeler manavların tezgahlarını süslüyor, yazın ise kış sebze ve meyveleri reyonlarda. Daha karpuz kabuğu suya düşmeden manavlarda yerini almış görüyoruz..
Yani sözün özü her şey birbirine girmiş gibi. Bakın geçen haftalarda ülkemizin bir çok şehri soğu havaya ve don olaylarına maruz kaldı ki ondan önce oluşan sıcak mevsim nedeniyle uyanmaya başlayan meyveler, ardından gelen soğuk havadan etkilendi ve don aldı çiçeklerini. Hazırlıksız yakalanan çiftçimiz perişan duruma düştü. Umut ettiği, hayal ettiği ürünlere ulaşamayacak bir daha ki seneye kadar. Ettiği emekler, masraflar heba olup gidiverdi bir anda. Ve yaşam koşulları da ister istemez zora düştü. Onlar bu ürünlerinin yokluğuna yanadursun asıl zararı da bizler çekeceğiz. Tezgahlarda bol bol gördüğümüz ürünlere ulaşmak kolay olmayacak. Ulaşsak bile oldukça yüksek fiyatlara alacağız, alabilirsek. Ve bir çoğuna da ulaşamayacağız.
Kimileri çiftçinin sigortası olduğundan yani ürünlerini sigorta ettirdiğinden bahsediyor. Sigorta belki maddi hasarlarının bir kısmını çiftçimize ödeyebilir ama bu tezgahtaki ürünlerin yüksek fiyatlara ulaşmasını engelleyemez. Tüketici de bu durumdan oldukça zarar edecektir. Ne yapılmalı derseniz; konunun uzmanı olmasam da elbette soğukları durduralım diyemem. Ama onlarla ilgili bir takım önlemler alınabildiğini uzmanlardan duymuştum. Tabiidir ki çiftçimiz gafil yakalanmıştır.
Sonuç olarak bu yıl yine bir çok meyveyi yeteri kadar tüketemeyeceğiz. Ve ulaşabildiklerimize de biraz zor ve pahalı ulaşacağız diyorum. Ama yine de umutları yitirmemek gerek. Ülkemiz öyle güzel bir coğrafyaya sahip ki; hemen hemen her iklimi bir çok bölgemizde yaşayabiliyoruz. Yazı ayrı güzel kışı ayrı güzel. Denizimiz var, dağlarımız var, yaylalarımız var, göllerimiz var. Bu imkanları en güzel şekliyle değerlendirmek gerek.
Bahardan sıyrılıp yaza ulaşmaya başladığımız şu günlerde aklımızdan çıkarmayacağımız önemli bir olaydan da söz etmek isterim. Aman… Ne olursunuz, şu ormanlarımızı bu yıl olsun koruyalım. Ateş yakmayalım. Kibrit ve izmarit atmayalım, cam şişleri alanlarda bırakmayalım. Yanıcı maddeleri ormanlarımızdan uzak tutalım. Biz tabiatı hor kullandıkça o da bize kötü davranıyor. Her yanlışımızı anlıyor ve bizim ona acımadığımız zamanlar da o da bize acımıyor.
Atalarımızdan ödünç aldığımız şu güzelim dünyayı eğmeden bükmeden kırmadan dökmeden çocuklarımıza torunlarımıza güzellikleriyle bırakalım derim.. Onlar bize diyorlar ki;
“Bir dünya bırakın biz çocuklara, ıslanmış olmasın göz yaşlarıyla”…
* Ve dünyada ilk kez bizim ülkemizde çocuklara bayram olarak verilen23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın 105.ci yılını kutlarım...